Tembel Evren, Çalışkan Yaşam ve Canlılığın Farklı Yüzleri
Karşımda bir kaya, bir ağaç fırlamış
içinden, göğe uzanan elleri olmuş. İkisi de hareketsiz, canlı cansız birbirine
kaynaşmış, renk farklılığı bir tek. Ancak beynimdeki ipuçlarıyla ayırabiliyorum
birini diğerinden.
O kadar emin değilim bu ipuçlarından, dayattıkları sınırlardan. Farklı yapılar, geçişler, kaynaşmalar da görebilirim istersem. En azından atomlar düzeyinde fazla uzak değiller birbirlerinden, ortak bir geçmişi paylaşıyorlar. Bir zamanlar aynı köşesinde evrenin, birlikte, ardından kopuş, uzun bir ayrılık, yolculuk ve sonunda dünyada tekrar birlikte, atomdan fazla bir halde, kaya ve ağaç olarak, sarmaş dolaş.
Bakarak ayırıyoruz genelde
canlıyı cansızdan. İlk başta emeklerken başlıyoruz ayırmaya, sanki
programlanmışçasına her şeyi ağzımıza atarak: yenilebilenler ve yenilemeyenler.
Ardından daha ciddi bir adlandırma geliyor: canlılar ve cansızlar.
Sürekli tüketiyoruz ayakta
kalmak için, her gün, günde birkaç kez. Daha teknik bir dille söyleyeceksek, enerji
gibi bir kavram kullanarak mesela, canlılık sürekli enerji alışverişi, enerji
tüketimi demek. Ama öyle pasif bir ilişki değil bu; enerjiyi istiyoruz, peşinden
gidiyor, bulup çıkartıyoruz. Onsuz işimiz bitik. Her şeyimiz bunun üzerine
kurulu. Günlük uğraşılarımız, ilişkilerimiz, tartışmalarımız… farkında olmasak
da.
Ve çoğalmalıyız. Çılgınca
bir tempoyla, enerji tüketimine benzer bir tempoyla. Birken, iki, ikiyken dört,
dörtken sekiz. Biz insanlar bile, gerekli kaynakları bulduğumuzda, pek farklı
değiliz. Şimdiden başka gezegenler düşünmeye başladık.
Canlılık eşittir enerji
tüketimi ve kendini kopyalama, çoğaltma diyebiliriz. Enerji tüketen ve
kendisini çoğaltan atomlar topluluğu. Pek şiirsel değil. Kaba. Kendimizi gereğinden
fazla önemseyen biz insanların hoşlanmayacağı bir tanım. Canlılık ve yaşam
kesinlikle bundan fazla olmalı.
Fazla mı? Evet, çünkü
düşünebiliyoruz, birçok canlının aksine, parçası olduğumuz, bizi ortaya
çıkarmış canlılık üzerine düşünebiliyoruz. Ama bunu yapabiliyoruz diye, canlılık
bu basit enerji reaksiyonundan fazla bir şey mi olmalı?
Oysa -tamamen ilgisiz
eylemler seçeceksem- yolda bisikletimle giderken patlayan lastiğimi
değiştiriyorum veya sabah bahçemdeki çiçeklerin keyfini çıkarmak için kahvemi
alıp dışarı çıkıyor ya da hatta bazen onlarla konuşuyorum ya da arkadaşlarla
buluşup saatlerce içki yemek eşliğinde sohbetler ediyoruz; bir tür sempozyum. Enerji
ve kendini kopyalamayla ilgisiz eylemler; birçok eylem. Hele sonuncusu sadece ilgisiz
değil, biraz da “zararlı”. Bunlar da canlılık, yaşam, bir canlının eylemleri.
İki farklı canlılık, iki
farklı yaşam, sanki bir sınır var…
Evrende tüm yollar tek
bir yere çıkıyor: Kararlılık. Enerjinin kararlılığa yolculuğudur evren. İnsani
terimlerle, tembelliğin kararlılığı. Ben buna evrensel tembellik yasası diyorum;
bilim insanları entropi gibi daha havalı bir sözcük bulmuş. Tembelleşmedir süreç,
asgari enerjiyi sever; iş yapmayı, karmaşık yapılar oluşturmayı, düzeni sevmez.
Mümkünse uzak durur. Sıfır enerjidir hedef, son nokta, evrenin ölümü.
Canlılık ise bir
anomalidir. Tembellik yasasını çiğneyen bir aykırılık. Yapı, düzen, sürekli
karmaşıklaşan bir süreç. Ama aynı zamanda kararlılığa giden farklı bir yoldur
da. Genel anlamda tembellik yasasını çiğnemez; evrenin en düşük enerji durumuna
doğru gidiş sürer. En olası duruma gidiş.
En olası durum evrensel tembelliğin kararlılık
tanımıdır. Evrende hiçbir şey bu yasanın dışına çıkamaz. En olası durum kısaca
sayısı en fazla olandır. Bu da neredeyse her zaman düzensizlik, dağılma,
yayılmadır. Bir şeyi toplamak dağıtmaktan zordur. Dağıtmanın sayısız yolu
varken toplamanın çok daha azdır. Toplarken iş yaparsınız, yorulursunuz, enerji
ister, dağıtma kendiliğinden olur, neredeyse her eylem dağılmadır. Ve bu yüzden,
eğer özellikle uğraşmazsanız, dağılma her zaman en olası durumdur.
Canlılık bir toplanmadır,
bazı moleküllerin, ya da tanecikler diyelim, farklı şekillerde bir araya gelmesiyle
daha karmaşık bir yapının belirmesidir. Toplanma eylemi olarak evrende
enerjinin genel dağılma sürecine aykırıdır. Uzun süre bilim insanlarının
kafasını karıştırmıştır.
Toplanmak, kendini
çoğaltmak, bir moleküle başka bir molekül eklemek, tüm bunlar enerji
gerektirir, iş demektir. Canlılık çalışkandır. Gidenle gelen arasında çok hassas
bir dengeyle, kararlı bir dengeyle, daha teorik bir dille, dinamik kinetik bir
dengeyle kendini kopyalar da kopyalar. Genel yasaya, minimum enerjiye, yapının
dağılmasına karşı bir mücadeledir sürekli çoğalarak yaşamak, sürekli enerji
sağlayarak yapılaşmak; ama son yine de aynıdır, tüm didinmelere, tüm çabalara
rağmen.
Şu anki bulgulara göre başlangıç
kimyasaldır. Bir noktadan sonra, henüz ayrıntılarını ele vermemiş bir adımla, enerji
üreterek çoğalmanın yolunu bulur cansız moleküller ve böylece canlılığa adım
atılır; kendini çoğaltarak kararlılığa ulaşma anlamında bir canlılık; bir yan
etki olarak canlılık.
Hedef evrenin şart
koştuğu kararlılıktır. Kimyasaldan biyolojik olana geçiş bunun farklı bir yoludur.
Cansız maddeden canlı madde, yaşam belirmiştir bu yolculukta; kararlılığa
ulaşma çabasının yan etkisi olarak.
Bu canlılık, bu bir yan
etki olarak belirmiş canlı madde bedenimizdir, beynimiz dâhil. Sürekli
yenilerinin üretildiği hücresel proteinler, sürekli mitoz bölünmeyle çoğalan
hücrelerimiz, en az hücrelerimiz kadar çok sayıda daimi kiracılarımız bakteriler(imiz)
ve kısacası enerji santrali bedenimiz bu bağlantının en önemli tanıklıklarıdır.
Bir tür geçmişe yolculuktur bedenimizden içeri bakmak, cansızdan canlıya dönüşümün
öyküsüne götüren.
Bu arada bu yapının bir
de kendini baş sanan bir patronu vardır, adı her neyse, bilinç, ben, vs; farklı
bir boyutta sürdürür canlılığını, içerideki sistemle doğrudan ilişkisi olmayan
bir boyutta. O da çoğalır, kendisini kopyalar, çocuk yani, içindeki
çoğalmalardan farklı, bunlara ek olarak. Bedenimizin iç dünyasından ayrı, ondan
neredeyse habersiz bu yaşamdır, kendimizi tek birey olarak görmemizi sağlayan,
diğer bireylerle çeşitli eylemler aracılığıyla paylaştığımız, kendimizi muazzam
önemli ve biricik ilan etmemize yol açan.
Bu ikisini tarihimiz
boyunca birbirinden ayırdık: Beden ve ruh. Birinciyi pek sevmedik, hep
kurtulmaya çalıştık temsil ettiği ve sanki hep farkında olduğumuz bağımlılıktan,
becerebilirmişiz gibi. Nefese ruh deyip bedenin can kaynağı ilan ettik. Aklımızca
tembellik yasasının nihai sonucu ölümü yenmeye çalıştık bu şekilde; ölüm
dediğimiz, yine teorik dille, termodinamik kararlılık, yani tembellik yasası. Oysa
hep tersiydi canlılığı veren, sağlayan. Kafamız karıştı alt edemeyince,
tanrılar tanrıçalar ilan ettik yerine, yetmedi evrensel ruhu yarattık, ışık
olduk, kâh çevresinden dolaştık kâh gasp etmeye çalıştık canlılığın beden
olarak dünyamızdaki yansıması evrensel kökenini, bağlantısını. An geldi yaşam
ölüme hazırlıktır dedi filozoflarımız, an geldi bu ölümlü dünyada yaşa
yaşayabildiğin kadar dedi daha sıradan hemcinslerimiz. Bir türlü kendimizi
bırakıp bakmasını öğrenemedik.
Henüz emekleme
aşamasındayız nasıl bir sürecin içinde olduğumuzu kavrama konusunda. Göremiyoruz,
sadece duyularımızın bize verdikleriyle yetindiğimizden. Duyamıyoruz, sadece kendi
dilimizi konuştuğumuzdan. İnsan-merkezciliğimiz yetmiyormuş gibi bir de
canlı-merkezciyiz. Bir terk edebilsek şu merkezciliğimizi, biricikçiliğimizi.
Dini ve felsefi
anlatılarımız bugüne kadar genelde duvar oldular, bizi dünyadaki varlığımızla
sınırlandıran. Meselenin evrensel boyutunu, aşağı yukarı her şeyi “açıklayan”
genellemelerle kapattık, örttük, boğduk. Evren bağlantısı denince, genelde tek
bir güç yaratmakla yetindik, kendimize benzeyen. Daha soyut olduğumuzda da ışık
kavramını ve benzerlerini sevdik, yıldızlara benzeyen. Denklem uzun süre çok
basitti: kul-tanrı, atman-brahman, bilinç-ışık. Bugün ufukta çok farklı sorular belirdi,
denklem karmaşıklaşmaya başladı, canlılığın şu anda kendi habitatımızdaki en
gelişkin biçimi olarak -tür değil biçim- bu denklemin en önemli değişkeni, değiştireni
olmaya adayız; bizi, canlılığımızın sebebi evrensel sürecin önemli bir unsuru
yapmaya aday bir denklemin. Oysa kafalarımızı acizliğin sessiz çığlıklarına hapseden
bireysel kurtuluş çaba ve öykülerimize o kadar gömüyoruz ki, çok daha büyük bir
öykünün parçası olmayı atlıyoruz. Alışıldığı terk etmemekte direniyor, eski
filmleri yeni oyuncularla seyretmekten, eski kavram ve ilkeleri çağın
pazarlanabilirlik kıstasına uygun daha güncel sözcüklerle tekrarlamaktan
sıkılmıyoruz. Sadece düşünmek de değil mesele, çok daha fazlası, çok daha
farklısı, çok açılısı, alttan, tepeden, yandan, her yerden görmek ve yapmak,
cesurca, alışıldık kalıpları parçalayarak, kendi ufak dünyamızı, dünyalarımızı
geride bırakarak, daha büyük bir şeyin parçası olduğumuzu düşünerek, ilan
ederek.
Timuçin Binder
Timuçin Binder
Yorumlar
Yorum Gönder